Dünya üzerindeki en yaşlı kıta olan Avustralya, kangurular, emular, dikenli karıncayiyenler, punk saçlı ot ağaçları gibi hepsi birbirinden ilginç canlı türlerine ev sahipliği yapıyor. Ama hepsi bu da değil. En yaşlı kıtası aynı zamanda bilinen en eski yaşam formunun da bulunduğu yer. O kadar ki bilim insanları bu yaşam formunun kökenlerinin zamanın başlangıç noktasına kadar uzandığını düşünüyor.
Yaşayan fosiller olarak da bilinen bu canlıların bilimsel adı stromatolit. Yunanca “stroma” kelimesi yatak, döşek gibi anlamlara geliyor; “lithos” ise kaya demek. Stromatolitin kelime anlamı tam olarak “katmanlı kaya” oluyor. Bu antik kayaların yaşlarının Güneş Sistemi’nin dörtte üçü olduğu düşünülüyor.
SOLUK ALIP VEREN KAYALAR
Basit bir biçimde tarif etmek gerekirse, stromatolitler, siyanobakteri adı verilen ve fotosentez yapma özelliğine sahip olan mikroskobik canlı kolonilerinin inşa ettiği taşsı yapılar. Tortular sığ sularda yığıldıkça üstlerinde bakteri ürüyor. Bu bakteriler tortu parçacıklarını birbirine bağlıyor. Kalınlığı milimetrelerle ölçülen bu katmanlar üst üste birike birike sonunda kocaman kayalar ortaya çıkıyor.
Bu küçük canlıların Dünya tarihi için çok önemli bir vazifeleri var: Soluk alıp vermek. Güneş’ten gelen enerjiyi kullanan bu bakteriler, oksijen üretmeye başladılar ve Dünya’nın atmosferindeki toplam oksijen miktarını yaklaşık yüzde 20’ye ulaştırdılar. Bu sayede de yeryüzündeki diğer yaşayan her şey için gerekli koşulları sağlamış oldular.
BAZILARI CANLI BAZILARI FOSİL HALİNDE
Canlı stromatolitler sadece Dünya’daki birkaç tuzlu lagünde ve koyda bulunabiliyor. Batı Avustralya, farklı türlerdeki stromatolitleri ile ünlü. Buradaki stromatolitlerin bazıları halen canlı bazıları ise fosilleşmiş durumda.
Dünya’daki bilinen en eski stromatolit fosilleri 1000 kilometre kadar kuzeyde, Pilbara bölgsinde Marble Bar yakınlarında yer alıyor. Bu fosiller aşağı yukarı 3,5 milyar yaşında. Gezegenimizin yaşının 4,5 milyar olarak hesaplandığını düşündüğümüzde, o günlerde henüz kıtalar oluşma aşamasındayken, bitkiler, hayvanlar ve insanlar ortaya çıkmadan çok önce, Dünya’nın nasıl bir halde olduğuna tanık olan tek canlılar onlar.
Avustralya’nın yanı sıra Brezilya, Meksika, Amerika, Güney Kazakistan, Ural Dağları ve Bahamalar gibi yerlerde bulunan sığ sularda da stromatolitlerle karşılaşmak mümkün. Türkiye’de ise Salda Gölü’nün tabanında stromatolit oluşumları bulunuyor. Göl mavi-yeşil rengini buradan alıyor.
Avustralya’nın yanı sıra Brezilya, Meksika, Amerika, Güney Kazakistan, Ural Dağları ve Bahamalar gibi yerlerde bulunan sığ sularda da stromatolitlerle karşılaşmak mümkün. Türkiye’de ise Salda Gölü’nün tabanında stromatolit oluşumları bulunuyor. Göl mavi-yeşil rengini buradan alıyor.
THETIS GÖLÜ STROMATOLİTLERİ İLE ÜNLÜ
Batı Avustralya’da stromatolitlerin yoğun olduğu bölgelerden biri Thetis Gölü. Uzaktan bakıldığında stromatolitler, kafalarını suyun altına sokmuş kaplumbağa sürüleri gibi görünüyor.
Gölün derinliği 2 metrenin biraz üstünde, tuzluluk seviyesi ise denizin iki katı. Yaklaşık 4800 yıl önce son büyük buzul çağında deniz seviyesi çökünce, Thetis Gölü suyun geri kalanından koparak izole bir hale gelmiş. Kıyılar içeri çekilmiş, sahil kumulları suyun etrafını çevirerek gölü oluşturmuş. Buradaki stromatolitlerin aşağı yukarı 3500 yıldır burada büyükemkte olduğu tahmin ediliyor.
Gölün üzerine kurulan köprü sayesinde bölgeyi ziyaret eden turistler stromatolitleri yukarıdan görme şansını da elde edebiliyor.
Gölün etrafındaki 1,5 kilometrelik yürüyüş yolu da turistlere açık. Ancak stromatolitlere fazla yaklaşmak ve dokunmak yasak. Zira geçmişte bu antik kalıntıların önemi bir kısmı, insanların dikkatsizce üstlerine basması sonucu hasar görmüş. O nedenle artık temasa izin verilmiyor.
STROMATOLİTLERİN GENÇ KUZENLERİ TROMBOLİTLER
Bu bölgeye dair bir diğer dikkat çekici özellik de stromatolitlerin akrabaları olan trombolitler. Yaklaşık 1 milyar yıl önce başlayan evrim sürecinde stromatolitler yavaş yavaş yok olarak yerlerini bu genç kuzenlerine bırakmış.
Avustralya’nın batısı aynı zamanda dünyanın en büyük trombolit bölgelerinden birine ev sahipliği yapıyor. Clifton Gölü aynı zamanda Güney Yarımküre’deki en büyük trompolit bölgesi.
Bu bölge yakın zamanda bir belgesel sayesinde tüm dünyanın ilgisini çekti. Manchester Üniversitesi’nde yaptığı parçacık fiziği çalışmalarıyla tanınan Prof. Brian Cox, sunucusu olduğu “Wonders of the Universe” (Evrenin Harikaları) isimli belgesel için Clifton Gölü’nü ziyaret etti. Cox’ın “sığ sulardaki tuhaf, kayamsı kitleler” olarak nitelendirdiği trombolitlere duyduğu hayranlık sayesinde birçok gezgin yine Cox’ın ifadesiyle “Dünya üzerindeki ilk yaşamı” görmek için buraya akın etti.
‘PIHTI’ KAYALARI
Trombolit kelimesi trombozla aynı kökten geliyor. Tromboz ise günlük hayatta “pıhtı” olarak bildiğimiz şeyin tıp dilindeki adı. Stromatolitler katman katman bir görüntüye sahipken trombolitler tıpkı bir kan pıhtısı gibi görünüyor.
Batı Avustralya Üniversitesi’nin merhum akademisyenlerinden Dr. Linda Moore’a göre, daha gelişmiş deniz canlılarının ortaya çıkıp hızla çoğalmasıyla, ekosistemleri tehlikeye giren stromatolitler gerilemeye başladı. Avcı amipler ve foraminifera (delikliler) adı verilen başka tek hücreli organizmalar, parmak benzeri uzantılarını kullanarak stromatolitlerin etrafını sarıyor, katmanlı yapılarını bozuyordu.
Stromatolitler hayatta kalmak için diğer türlerin yaşamayacağı kadar tuzlu sulara ihtiyaç duyuyordu. Bu adaptasyon sürecinde trombolitler öne çıktı. Hayatta kalmayı ve denizden daha az tuzlu sularda çoğalmayı başardılar. Pıhtı benzeri dokuları sayesinde diğer mikroskobik canlılarla birlikte var olabildiler. Şu an 2000 yaşında olan Clifton Gölü trombolitlerinin kökenleri ilk trombolitlere kadar uzanıyor.
BÖLGE HALKI İÇİN HAYAT ONLARLA BAŞLADI
Burada da gölün üzerine uzanan iskele sayesinde turistler trombolitlere daha yakından bakma şansı elde ediyor. Dikkatli bakıldığında küçük oksijen baloncuklarının suyun üzerine çıktığını yani trombolitlerin nefes alıp verdiği net bir biçimde görülebiliyor.
Bölgede yaşayan Noongar halkının Dreamtime (rüya zamanı) adı verilen inanç sisteminin temelini oluşturan ve nesilden nesle aktarılan söylencelerinde, trombolitlerin kökenleri anlatılıyor. Anlatılanlara göre, kurak topraklarda yaşayan Noongar’lar, sularının tuzdan arınması için denize dua ettiler. Yaratıcıları Woggaal Maadjit adında dişi bir yılana dönüşerek denizden çıktı.
Woggaal Maadjitkumulların içinden geçerek bir haliç oluşturdu. Buraya yumurtalarını (trombolitler) bıraktı ve onları korumak için gövdesiyle (gölü koruyan kumullar) etraflarını çevirdi. Yumurtadan çıkan bebek yılanların ilerleyişiyle ortaya nehirler çıktı. Bebek yılanlar ölecekleri zaman yerin altına, Dreamtime’a doğru uzanan tüneller açtı. Buralardan su kaynakları fışkırdı. Bu su kaynakları da Noongar halkının tatlı su ihtiyacını karşıladı.
BİLİMSEL TEMELİ DE VAR
Bu anlatıya bilim çerçevesinden bakıldığında şunu görüyoruz: Mikrobiyal trombolitler, yer altından gelen su kaynağından gelen tatlı suyu ve güneş ışığından gelen enerjiyi kullanarak fotosentez yapıyor. Ortaya çıkan oksijen atmosfere karışırken kalsiyum karbonat (kireç taşı) da çökelti haline geliyor. Tuz ve besleyici madde oranı düşük alkali madde oranı ise yüksek olan yeraltı suyu, trombolitlerin büyümesinde ve hayatta kalmasından kritik bir rol oynuyor. Ortam koşullarındaki en ufak bir değişiklik, bu canlıların varlığını riske atıyor.
Clifton Gölü, oldukça hassas bir ortam. 2009 yılında trombolitler geleceği tehlikedeki türler arasına dahil edildi ve şu an Ramsar Sözleşmesi (Özellikle Su Kuşları Yaşama Ortamı Olarak Uluslararası Öneme Sahip Sulak Alanlar Hakkında Sözleşme) kapsamında korunuyor. Avustralya’da bu şekilde korunan bir diğer yer de Dünya Mirası Listesi’nde bulunan Kakadu Milli Parkı. Bu parkta kıta üzerindeki çok farklı ekosistemler bir arada korunuyor.
Clifton Gölü için alınan koruma önlemleri arasında, trombolitlerin ezilmesini önleme amaçlı olarak bir iskele inşa edilmesi, su kalitesinin ve seviyesinin izlenmesi, besin maddelerini ve kirleticileri filtrelemeye yardımcı olan yerel bitki türlerinin oluşturduğu tamponun korunması, trombolitlerin sağlık durumunun izlenmesi ve bölgede yaşayan kişilerle su kalitesinin korunması için iş birliği yapılması gibi başlıklar bulunuyor.
Ramsar Sözleşmesi, adını 2 Şubat 1971 tarihinde imzalandığı İran’ın Ramsar şehrinden alıyor. Türkiye de 1994 yılından bu yana bu uluslararası anlaşmanın bir tarafı. Ramsar Sözleşmesi kapsamında ülkemizde 13 sulak alan koruma altında. Bunlar Manyas Kuş Gölü, Akyatan Lagünü, Gediz Deltası, Göksu Deltası, Kızılırmak Deltası, Kızören Obruğu, Burdur Gölü, Kuyucuk Gölü, Seyfe Gölü, Uluabat Gölü, Meke Gölü, Sultan Sazlığı ve Yumurtalık Lagünü.
İNSAN FAALİYETLERİ TROMBOLİTLERİ ÖLDÜRÜYOR
Hayatın ilk örnekleri olan bu taşların korunmaya ihtiyacı var. İklim değişikliği gölün tuzluluk seviyesini etkiliyor. Bölgede kentleşmenin artmasıyla göle akan besin miktarı da çoğalıyor. Bu da alg patlaması yaşanmasına yol açıyor. Gölün yüzeyini kaplayan algler güneş ışığının suyun altına inmesine engel oluyor ve trombolitleri boğuyor.
İnsanlığın 100 yılı aşkın sürede yarattığı stres faktörleri, bu binlerce yıllık organizmaların hayatta kalmasını zorlaştırdı. Tıpkı Noongar’ların Dreamtime anlatısındaki yılan Woggaal Maadjit gibi, insanların da onları korumak için ellerinden geleni yapması gerekiyor.
BBC Travel’ın “Stromatolites: The Earth’s oldest living lifeforms” başlıklı haberinden derlenmiştir.