2022 yılı sona erip giderken yerini 2023’e, insanlığı ise tüm dünyayı sarsan olaylar ve bunların sonuçları ile başbaşa bırakmaktadır.
Peki ne olmuştu 2022’de, gelin hep birlikte bir kısaca hatırlayalım:
Küresel pandeminin sağlık üzerindeki etkileri henüz bitmeden getirmiş olduğu ekonomik kriz, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile başlayan ve küresel piyasalarda çalkantılara sebep olan ilk ve en büyük küresel enerji krizi, COP-26’da alınan kararlar neticesinde tüm ülkelerce acilen atılması gereken adımlara vurgu yapan iklim krizi derken bu üçlü küresel kriz ile insanlığın mücadele edebilmesi için olağanüstü eylemlere ihtiyaç duyulduğu anlaşılmıştır Tüm dünya enerji güvenliği, artan enflasyon, iklim hedeflerine ulaşmak ve tehlikeli küresel ısınmayı sınırlamak için daralan bir zaman penceresi içerisinde benzeri görülmemiş zorluklarla karşı karşıya kalarak bir mücadele vermeye çalışmaktadır.
Enerji krizine baktığımızda jeopolitiği, arz ve talebi, ekonomik şartları ve iklim konularını merkeze aldığını, iklim krizine baktığımızda ise enerjiyi tüm bileşenleri ile enerji güvenliğinden fosil yakıtlara, yenilenebilir enerjiden çevreye, birbiri ile bağlantılı disiplinler arası tüm hususları odak noktası haline getirdiğini, ekonomiye ve artan enflasyona baktığımızda ise enerji ve iklim krizlerinin gölgesinde ülkelerin vaad ettikleri net sıfır emisyon hedefleri ile tam olarak örtüşemeyerek kendi bağımsızlığını ilan ettiğini görmekteyiz. Tüm bunlara hala eşlik eden küresel sağlık problemleri ve daha da acısı tüm bunların ortasında bir işgal, hayatını kaybeden bir sürü sivil ve masum, direnen bir halk ve maalesef insanlık dramı her gün haberlere konu olmaya devam etmektedir.
Nedense bütün bu olanların odağında olan ‘insan’ faktörünü görmeyi reddediyor ve eylemlerin getirdiği sonuçları bir şekilde “düzeltmeye” devam ettiğimizi düşünüyoruz.
Aslında bu süreç ülke liderleri için de oldukça karışık ve zor.
COP-27’den sonra hem şirketlerin CEO’larının hem ülke liderlerinin kendilerine sordukları temel sorulardan biri, eğer net sıfır emisyon hedefine ulaşabilmek istiyorsak enerji sektörü temelinde dönüşümü hızlandırabilmek ve aynı zamanda enerji güvenliğini ve dayanıklılığını sağlayabilmek için ne yapmak gerekir?
Net sıfır hedefinden vazgeçip sadece sistem dayanıklılığı ve enerji güvenliğine mi odaklanmak yoksa kulakları tıkayıp tamamen net sıfır hedefine mi kilitlenmek gerekir?
Herhalde enerji güvenliği ile emisyon azaltımları arasındaki dengeyi bulmak hiç bu kadar zor olmamıştı. McKinsey Şirketler Topluluğu’nun COP-27 öncesi yayımladığı raporda da belirtildiği gibi liderlerin net sıfıra giden yolda ülkeleri ya da şirketler bağlamında kuruluşları için değer üretmek, yeni fırsatlar yakalamak için çok daha cesur ve çevik olmaları gerekecektir.
Başka bir ifadeyle bugün enerji krizini çözmek net sıfır yoluna ulaşmak anlamına mı geliyor? Yoksa yenilenebilir enerjiye yatırım mevcut enerji altyapısının terk edilmesi anlamına mı geliyor? Bu sorulara cevap bulmak o kadar hızlı ve kolay olmayabilir.
COP-27’de yer alan tartışmaların temeli içinde bulunduğumuz ana verilecek en iyi tepkinin “veya” değil “ve” seçimini yapmak olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Yani bir ya da birkaç tanesini seçmek yerine mevcut şartlar karşısında uyum sağlarken uzun vadeye odaklanmayı sürdürmek anlamına gelmektedir.
COP-26’da, Glasgow’da 138 ülke bir araya gelip net sıfır emisyon hedeflerine ilişkin taahhütlerde bulunduklarında henüz enerji güvenliği konusuna bu seneki kadar odaklanılmamıştı. Oysa bu sene hem Şarm El Şeyh’de hem de küresel olarak her ülkede tüm sene boyunca en çok kullanılan kelimelerden biri oldu enerji güvenliği. Tüm ülkeler ve liderleri, şirketler ve CEO’ları 2050 yılının taahhütlerini anons ederken oyunun kurallarının aniden değişeceğini ve kartların yeniden karılacağını hesaba katmamıştı. Ancak artık farklı şekilde oynanması gerektiği kesin bir oyun var ortada. Savunmada mı kalacağız, hücumda mı oynayacağız bize kalmış ancak iki tercihin sonuçlarından da kaçınılmaz olarak etkileneceğimiz de bir gerçek.
Nihayetinde enerji dönüşümü için öncelikle güvenli, temiz ve karşılanabilirlik yaklaşımının benimsenmesinin önemi ortaya konulmuş ve bu hususa COP-27’de de vurgu yapılmıştır.
Bu yaklaşım dünya uzun vadede net sıfıra doğru ilerlemeye devam ederken liderlerin yarın değer üreten işletmelere dokunmak için bugünden esneklik etrafında stratejiler oluşturmasına imkan tanımaktadır.
ENFLASYON AZALTMA YASASI – IRA
Geçen yıl Glasgow’da bir araya gelen finans sektörü de bu geçişi fiilen finanse etmek için ihtiyaç duyulacak sermaye miktarını hesaplamaya başlamıştı. Bahse konu sermayeye ilişkin en heyecan verici haber ise yeniden tahsis edilen en yüksek miktar olmasıdır. McKinsey Şirketler Topluluğu tarafından yayımlanan rapora göre bu miktar yıllık 3-5 trilyon dolar olarak ifade edilmektedir. Bu bağlamda sanayi tabanlı yeni yeşil bir enerji altyapısı inşa etmek için gerekli olan sürenin 30 yıldan fazla olduğu da vurgulanmaktadır. Bu süreç bir dereceye kadar mevcut ülkelerin yeniden sanayileştirildiği bir süreç olarak da düşünülebilir. Buna en iyi örnek olarak ABD’de yeni aktif hale gelen Enflasyon Azaltma Yasası (Inflation Reduction Act) hareketi gösterilebilir. Kısaca değinmek gerekirse Enflasyon Azaltma Yasası (Inflation Reduction Act) ile açığı azaltarak, reçeteli ilaç fiyatlarını düşürerek ve temiz enerjiyi teşvik ederken yerli enerji üretimine yatırım yaparak enflasyonu azaltmayı hedefleyen ve 16 Ağustos 2022’de imzalanan yeni yasadır. Böylece yeniden sanayileşme kapsamında yeni pazarlar oluşması ve hatta altyapı konusunda ciddi bir sıçrama yaşanması da beklenmektedir. Dolayısıyla bu noktada asıl soru bütçe olarak ön plana çıkmaktadır.
PEKİ, BÜTÇE NASIL FONLANABİLİR?
McKinsey analizinde net sıfır tekliflere yönelik artan talebin, ulaşım, enerji ve hidrojen dahil olmak üzere 11 yüksek potansiyel değer havuzunda 2030 yılına kadar 12 trilyon dolardan fazla yıllık satış oluşturabileceğini göstermektedir. Ancak çoğu iklim teknolojisi ve yaklaşımının maliyeti 2050 net sıfır hedefleri doğrultusunda emisyonları azaltmak için çok yavaş düşmektedir. COP27’de de çok tartışılan hibeler, sübvansiyonlar ve diğer teşvikler yoluyla net sıfır çözümlerinin oluşturulması için riskleri azaltabilecek sermaye yoğun yatırım, ar-ge ve endüstriyel politikalar yoluyla maliyet eğrisinin nasıl aşağı çekilebileceği konuları tartışmaların odağını oluşturmuştur.
Sermaye dağıtımını hızlandırmak yenilikçi politika kararları ve hükümetlerin teşviklerini de gerektirecektir. Örneğin ABD’de Enflasyon Azaltma Yasası tedarik zincirleri ve projeler arasında 410 milyar dolardan fazla kredi dağıtmayı amaçlamakta ve rüzgar, güneş ve temiz hidrojen gibi bazı sektörlere önemli bir ölçek getirmeyi vaat etmektedir. Geniş kapsamlı iklim politikalarına sahip diğer ülkelerde olduğu gibi bu hedeflere ulaşmak, diğer eylemlerin yanı sıra yerel iş gücünü ve tedarik zincirlerini harekete geçirmek için özel sektörle önemli bir işbirliği gerektirmektedir. Tüm bu gelişmelerin ise analiz sonuçlarına göre bazı sektörlerde önümüzdeki birkaç yılda kabaca 12 trilyonluk bir iş fırsatı olarak geri döneceği tahmin edilmektedir.
“VE’NİN GÜCÜ”…
Bu anlamda diğer bir önemli husus ise mevcut altyapı sistemini karbonsuzlaştırırken aynı zamanda yeni olanı da inşa etmek ve yatırım yapmak kavramlarının dengelenmesi gerekliliğidir. Fakat tam bu noktada küresel olarak görülen en büyük farklılık iş dünyasını bir süredir hakimiyeti altına alan “ve’nin gücü” kavramıdır. Kısaca bu kavrama değinecek olursak dünyanın dört bir yanındaki şirketler başarılı olmak için geleneksel ayrımlardan vazgeçtiğinde işin yalnızca parayla ilgili olduğu fikrinin yirmi birinci yüzyılda doğru olmadığını ortaya koyarken günümüzün en etkili fikirlerini ve şirketlerini birleştiren sorumluluk ve etik hususlarını merkeze alan, kavramsal devrim kabul edilen ‘’ve’nin gücü’’nü ise odağında tutar ve sistemdeki karmaşıklığı sık sık bu ifade ile açıklar.
Kendi konumuza dönecek olursak bu bir ikilem olup anlatılmak istenen; elimizde bir yanda mevcut bir enerji krizi, fosil yakıtların karbonsuzlaştırılması konusu diğer yanda ise yeni, temiz altyapının en hızlı süreçte inşa edilmesi fikri vardır.
Bu bağlamda öncelikle gerek şirket CEO’larının gerek ulus liderlerinin önemli gördüğü konu sermayenin dağıtımı ve bunu yaparken de özel sermaye mantığını benimseme istekliliğidir. Yatırımcılar uzun vadeli projelerde yeni bir altyapı inşa edebilmek için gereken sermayeyi tahsis ettiklerinde bu mantıkta olmaları da destekleyici bir unsurdur.
İkinci olarak hücum yerine savunmada oynamak bizleri bir yere götürmeyecektir. Hem şirketler hem de ülkeler bazında yeni gerçeklere ayak uydurabilmek için gerçekleştirilmesi gereken modernizasyonları yapabilmek, yeniden inşa edebilmek, yeniden hem hedefleri hem şartları tanımlayabilmek sürdürülebilirlik anlamında çok büyük adım olarak kabul edilmektedir. Kaldı ki bazı ülkelerin, hatta özel olarak bazı şehirlerin bu konuda oldukça atak olduklarını söyleyebiliriz.
McKinsey küresel yönetici ortağı Bob Sternfels kısa bir süre önce şu anda CEO’ların karşı karşıya oldukları zorluğun şirketlerini böylesine karmaşık, böylesine hızlı hareket eden ve değişken bir ortamda, net sıfır emisyon hedefi gibi önemli bir yolculuk için nasıl konumlandıracakları olduğunu yazmıştır. Büyük şirketler ve liderler arasında yeni yeşil enerji işletmeleri üzerine bahse girerek, geniş ölçekte sermaye dağıtarak ve yeni teknolojilerle yerleşik işletmeleri karbondan arındırarak şimdi hücum etme fırsatlarını yakalayanlar olacaktır.
Bu çerçevede COP-27’de de sadece net sıfır değil aynı zamanda ‘doğa pozitif’ olma hedefinin de benimsenmesinin önemi vurgulanmıştır. Doğa temelli çözümlerin nasıl değerlendirildiği ve parasal karşılığının nasıl tespit edilebileceği de COP 27’ye damga vuran konulardan biri olmakla birlikte birkaç CEO ‘net doğa pozitif’ olan net sıfıra geçişten de bahsetmiştir. Bu yıl Doğayla İlgili Finansal Açıklamalar Görev Gücü (TNFD) gibi endüstri liderliğindeki kuruluşlar işletmelerin doğayla ilgili riskleri ve fırsatları nasıl raporladığına ve nasıl hareket ettiğine ilişkin çerçevenin oluşturulmasına dair ilerlemeyi de COP-27’de tartışmışlardır.
Diğer bir önemli husus ise sürdürülebilirlik işini tek başımıza halledemeyeceğimiz gerçeğidir. Örneğin Büyük Houston Ortaklığı yeni teknolojileri kapsayan uçtan uca ekosistemi güçlendirerek, yenilikçi projeleri yürüten girişimcileri destekleyerek, çeşitli yetenekleri besleyerek ve tüm dünyada finansmanı artırarak şehirlerin kendi kaderlerini nasıl kontrol altına aldıklarını ve enerji geçişine nasıl öncülük ettiklerini göstermektedir. Tüm sermaye yığınını, uygun politikaları ve düzenlemeleri birleştirmek için ABD, Japonya ve diğer ülkeler, Endonezya’nın kömürden uzaklaşmasına yardımcı olmak için ülkeler arasında ve kamu ve özel sektör genelinde bir iş birliği olan 20 milyar dolarlık bir iklim finansmanı anlaşmasını tamamlamıştır. Houston’da şirket liderleri bir araya geldiğinde liderler şehrin geleceğine karar veren olma hususunda sağladıkları mutabakattan hareketle petrol ve doğalgazda bir numara olan Houston’ı karbon yönetimi konusunda lider konumuna getirmeyi hedeflemişlerdir.
Geçtiğimiz 12 ay içerisinde şirketler arasında inanılmaz bir bilgi alışverişi ve büyük bir ‘’öğrenme’’ sürecinin gerçekleşmiş olması net sıfır hedefinin doğru anlaşılması ve özellikle enerji güvenliği, enerji dayanıklılığı ve sürdürülebilirlik temelinde oldukça kıymetli bulunmaktadır.
Peki, o halde net sıfır dönüşümünü enerjideki çalkantılar, küresel şoklar açısından nasıl değerlendirmek gerekir?
Bakın bu hususu COP 27 oturumlarından birinde BM İklim Eylemi ve Finans Özel Temsilcisi ve GFANZ Eş Başkanı Mark Carney nasıl değerlendirmiş:
‘’Mevcut enerji sistemi şu an amaca hizmet etmemektedir. Güvenilir değil, karşılanabilir değil ve dünya üzerinde 1 milyardan fazla insan tarafından erişilebilir değildir. Ve görünen o ki sürdürülebilir kesinlikle değildir. O halde bu durumun değişmesi gerekmektedir. Dolayısıyla bu konunun sonunda da bir ‘ve’ ikilemi mevcuttur. Fakat maalesef bu sefer negatif bir ‘ve’ vardır. ‘Ve’nin ilk kısmı, bu küresel enerji pazarındaki kesinti sebebiyle normalde sahip olacağımızdan daha yüksek emisyonlardır. Dolayısıyla bununla başa çıkmak oldukça zor addedilmektedir.
İkinci nokta ise kesinlikle enerji güvenliği olup hem enerji güvenliğinin hem de sürdürülebilirliğin daha geniş bir dayanıklılığa ulaşmasına odaklanmak önem arz etmektedir. Örneğin mevcut enerji arzını yenilenebilir kaynaklar, yeşil hidrojen ve yeşil enerji ile çeşitlendirmek, ulusal enerji güvenliğini ve ekonomik rekabet edilebilirliği geliştirebilir. Mevcut karbon yoğun üretim yöntemlerini, karbon yakalama, doğrudan hava yakalama ve hidrojen yakıt karışımları gibi ek kolaylaştırıcı teknolojilerle zenginleştirmek mevcut sistemleri daha temiz alternatiflere dönüştürürken karbon yoğunluğunu azaltabilir. İyi yapıldığında bu fırsatların peşinden gitmek ekonomiler için karşılanabilirlik, karbonsuzlaştırma, enerji güvenliği, iş yaratma ve dayanıklılık arasında verimli bir döngü oluşturacaktır.
Üçüncü husus ise, kesinlikle hedeflenenin, sürdürülebilirlik olmadan enerji güvenliğinin olmaması hususudur.
Hızlıca bir kaç rakama bakacak olursak; Repower EU kapsamında Avrupa’da temiz enerji dağıtımının hızı, içinde bulunduğumuz bu on yıllık sürecin sonunda şimdiki oranın 5 katı olacaktır ve bu halihazırda gerçek politikalarla desteklenmektedir.
ABD, Enflasyon Azaltma Yasası’nı takiben şebekenin önümüzdeki on yıl içinde temiz olma oranının yüzde 40’tan yüzde 80’e çıkma ihtimaline sahip olduğunu belirtmektedir.
Birleşik Krallık, Kanada, Japonya, Kore gibi ülkeler de benzer hamlelerle temiz enerjiden yana olduklarını ifade etmektedir.
Çünkü en nihayetinde kimse rüzgarın sahibi değil, güneş hidrojen her yerde ki bu da enerji güvenliğinin aslında sağlanabileceği anlamına gelmektedir.’’ Bu kapsamda alınan tek güvenlik riskinin, tedarik zinciri geliştirme sırasında olabileceğini belirten Mark Carney bu yaklaşımın daha büyük yatırımlara (özel sermaye kavramı) daha fazla ışık tuttuğunu belirtmektedir.
Son olarak şu anda GFANZ olarak yapılan işlerde doğa temelli geçişin altını çizmekte ve bugün temiz enerji çözümlerine 1 dolar yatırım yapılıyorsa fosil yakıtlara da 1 dolarlık yatırım yapıldığını fakat bu oranın bu on yılın sonu itibarı ile 4:1 oranında temiz enerjiden yana artması gerektiğini belirtmektedir. Ve en büyük hususun ise temiz enerji çözümleri için temiz enerji yatırımlarının hızlandırılması olduğunu vurgulamaktadır.
Peki, geçtiğimiz 12 ay içerisinde eskiyi karbonsuzlaştırma ve yeniyi inşa etme arasında süren gerilim ilerleyen dönemlerde nasıl değişebilir ya da gelişebilir?
Nihayetinde net sıfır emisyona ulaşabilmemiz için yapılması gereken yüksek miktarda bir yatırım vardır.
Öncelikle şunu unutmamak gerekir ki bir çok şirket bir niş teknoloji ya da alan bulmaya ve o alanda çok ama çok güçlü olmaya çalışmakta, fakat söz konusu eski bir endüstri olduğunda bu nişe yüksek oranda entegre olamamak ise yıllar boyunca sürebilmektedir. Dolayısıyla bir işletmenin dış kaynak kullanımında iyi olabilmesi için çok yüksek derecede uzmanlaşmış olması gerekmektedir. İlginç olan diğer bir husus ise; bir çok işletme sahibi entegre olmanın yollarını ve kendi değer zincirlerinin kontrolünü ele almayı hedeflemektedir. Bu noktada dayanıklılık ile ilgili pek çok şey var, fakat aynı zamanda farklı emisyon kapsamlarının seyrini kontrol altına alma fırsatı da bulunmaktadır. Bu noktada kısa bir es verelim ve değer zinciri neden önemli değinelim; değer zinciri şirketlerin tedarikten başlayarak üretim, pazarlama, dağıtım ve satış sonrası faaliyetlerinin tamamını kapsayan ve bu şekilde şirketin bir bütün olarak maliyet avantajı üretebileceği ve böylece şirketin rekabetçi farkı haline geleceğini savunan bir kavramdır ve şirketlerin pazarda rekabet gücünü yitirmemesi için hem birincil hem de ikincil faaliyet alanlarına giren konularda atılan her adımda değer üretmeye özen göstermeleri gereğini vurgulamaktadır.
Ancak mesele şirketlerin birçoğu için bunu sağlıklı bir şekilde yapabilmenin zorlayıcılığıdır.
Bunun üzerine Vargas Holding CEO’su, H2 Yeşil Çelik Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı, Polarium Enerji Çözümleri ve Northvolt Yönetim Kurulu Başkanı Carl-Erik Lagercrantz diyor ki: ‘’Bu noktada bizler de işbirliğine, değer zinciri boyunca ortaklık yapma ve bunu nasıl geliştireceğimiz konusunda uzun vadeli bir düşünce geliştirme yönüne döndük. Yıllar önce odak noktanız değer zincirinin büyük bir bölümünün kontrolüne sahip olmaktı, dikey olarak enerjiye, farklı süreçlere, hangi dikeyde çalışıyor olursanız olun, farklı süreçlere derinden entegre olmuş olabilirsiniz. Bu gündemin yeniden dayanıklılık, karbonsuzlaştırma gibi alanlarda oluşması büyük bir fırsat. Bu alan iş birlikçi etkinin ve geçişin eski endüstri ile çok sıkı çalıştığı yer ve bence şekillenen endüstrinin ta kendisi.
Şu anda çok fazla sermaye harcadığımız birçok şirkette bunu izliyorum. Eski endüstrinin dahil olmak istediğini, ancak muhtemelen liderlik etmek istemediğini görüyorum. Çünkü bir şekilde konfor alanınızın dışına çıkmak zordur.’’
Peki, devlet ve özel sektör işbirliğini net sıfır emisyon dönüşümünü gerçekleştirmek için nasıl ilerletebiliriz?
MODELLEME
Hem bu zamana kadar edindiğimiz tecrübelerden hem de devam eden çalışmalardan elde edilen sonuçlara baktığımızda görünen o ki artık bu noktada tek başına devlet-özel işbirliği yeterli değil. Tüm sonuçların bilimsel tabana dayanması gerektiği vurgulanarak son on yılda bu konuda hem ülkemizde hem de dünyada çok fazla adım atılması gerektiğinden özel sektörün ve kamunun yanısıra akademi ve araştırma kuruluşlarının da işin içinde olması şart.
FAKAT NASIL?
Modelleme çalışmaları bu işin temelini oluşturmakla birlikte son yıllarda tüm dünyanın yaşadığı birçok temel türbülanstan, krizden uzak, iklim şartlarındaki ani değişikliklerden bağımsız, alışılagelmiş bir şekilde ilerlemektedir.
Ancak edindiğimiz tecrübeler ve dünya gerçekleri iklim konusunun disiplinler arası özelliğinin baskın olması ve aynı zamanda son yıllarda hem ülkemizde hem de küresel olarak meydana gelen türbülanslar sebebi ile modelleme bakış açısının hızlıca değişmesi ve gelişmesi gerektiğini gözler önüne sermektedir.
Öncelikle ekonomik modellemeler, enerji modellemeleri, iklim modelleri vs. artık birbirinden ayrık bir şekilde çalıştırılamayacaklarını, hibrid modelleme tekniklerinin geliştirilmesi gerektiğini ve daha da önemlisi, gelecek yıllara sari yapılması gereken projeksiyonlar ve tahminler için, sistem dayanıklılığı için artık, aşırı hava şartlarının da, küresel şok dalgalarının da hibrid modellere entegre edilmesi zorunluluğunu ortaya koymaktadır. Kaldı ki artık yapay zeka çalışmaları bu alanlarda da ürünlerini dünya ile paylaşmaktadır.
Bu sene Dünya Kupası’na ev sahipliği yapan ve gelecek sene COP-28’e ev sahipliği yapacak olan Katar geçen sene COP-26’da Rolls Royce ile ortak bir çalışma başlattı. Bu çalışmanın en büyük özelliği aynen yukarda bahsetmiş olduğumuz gibi “Küresel şoklara karşı nasıl bir model geliştirmeli ki önümüzdeki 20 yıl içinde de doğru çalışabilsin?”
Uluslararası Katar Vakfı’nın CEO’su Omran Al-Kuwari çalışmanın sonucundan kısaca bahsederken farklı modellere ve farklı çalışmalara baktıklarında enerji dönüşümü için disiplinlerarası yaklaşıma ihtiyaç duyulduğunun altını çizdi. Dolayısıyla bu küresel zorluğu önce ulusal bazda aşabilmek en azından yol katedebilmek için farklı grupların, iş alanlarının da masaya getirilmesinin önemli ve gerekli olduğunu ifade etti.
Bu noktada atılabilecek ilk adım bakış açımızı değiştirerek birtakım sektörlerin ve teknolojilerin karmaşık mühendisliği daha büyük ölçeğe taşıması ve doğru kanalize etmesi olacaktır. Katar bu anlamda tüm Orta Doğu piyasasını ve tüm araştırmalarını Rolls Royce ile yaptığı iş birliği kapsamında masaya yatırmıştır.
Optimal olarak uzun vadeli çok daha rekabetçi değer zincirleri oluşturmak sadece CO2 perspektifinde değil, aynı zamanda zaman içinde gelişecek ve çok daha ucuzlayacak yeni teknolojiler için yeni sermayeyi devreye alabilmek açısından da önemli olacaktır.
Sermayeyi azaltılması zor farklı sektörlerde kullanmayı düşünenler, yatırım açısından her yönüyle bir fırsat oluşturacaktır. Şu anki hareketliliğin bir çoğu talep odaklı olup sermayeleri tahsis edebilmek için çok fazla fırsat ve çok rekabetçi bir ortam mevcuttur.
Peki o halde bu bağlamda hükümetler, uluslar ne yapmalıdır? COP-27’de bir çok tartışmanın odağını oluşturan ‘’hükümetlerce yapılacaklar listesi’’ için bakın CEO’lar genel olarak nasıl bir yol önermişler:
-Netlik: Hükümetlerin yapması gereken en önemli şey ana sektörlerinden nereye gitmek istediklerine dair net sinyaller sağlamaktır.
-Moratoryum: 2030-2035 dönemine kadar içten yanmalı motorlu araçlara moratoryum getirilebilir.
-Şebeke: Şebeke hedeflerimizin olması ve tabii ki belirli alanlarda temiz bir şebekeye doğru destekleyici politikaların hazırlanması önemlidir.
-Hidrojen: Azaltılması zor çeşitli sektörlerdeki zincirleme etkiler sebebiyle hidrojen endüstrisinin ilerlemesine yardımcı olunması, örneğin şu anda ABD’nin Enflasyon Azaltma Yasası kapsamında çıkarılan teşvikler sebebi ile hidrojende zirveye oynaması buna örnek olarak gösterilebilir.
-Teşvikler: Devlet kaynaklarının çok fazla baskı altında olduğunu kabul ederek hedefli ve etkili teşviklerle daha net politika sinyallerinin desteklenmesi,
-Özel sermaye: Özel sermayenin daha da artması ve bu sermayenin güçlü bir dinamik oluşturması, tedarik zincirleri iş birlikleri yoluyla talebi yönlendiren kilit alanlardaki gelişmelerin doğru okunması
gibi temelde büyük ölçekte üretilen ve işlemeye başlayan bu döngüye sadece kamu kurumları olarak değil, özel sektör, akademi, STK’lar gibi bir çok kuruluşun bir arada ve bilimsel tabanlı kollektif çalışması neticesinde katkı sağlamak ve net sıfır emisyon yolunda enerji dönüşümünü en doğru şekilde gerçekleştirmek aslında mümkündür.
Sonuçta hepimiz biliyoruz ki her ülke için net sıfır hedefleri farklıdır. Bu yolda tüm bu sürecin dışında ve gerisinde kalan ülkeler de olacaktır. Fakat dünyanın nabzını Şarm El Şeyh’teki tartışmalarda tuttuğumuzda anladık ki savunmada değil hücumda oynayan bu işten her anlamda en karlı çıkacak taraf olacaktır.
Herhangi bir teknolojik alanda ya da sanayide ülkeler ya da şirketler birden sıçrayış gösterebilirler. Telekomu hatırlayalım. Şu an enerji alanında olan da tam olarak aynı şeydir.
Dolayısıyla ülkenin gitmek istediği yöne ilişkin vereceği sinyallerin netliği, kamu ve özel sermaye ortaklığı, sadece doğa temelli olmanın tek unsur olmadığı fakat doğa temelli mekanizmayı da desteklemenin öneminin vurgulandığı ve ciddi anlamda bu enerji krizini fırsata çevirmeye başladığımızda net sıfır emisyon hedefimize yaklaşmış olacağız. Bu noktada geçmişte yaptığımız enerji yatırımlarından farklı, enerji dönüşümü için uygun teknolojilere, karbon yoğunluğunu düşüren ve fosil yakıta bağlılığı azaltan gelişmelere yatırım yapılması en doğru olandır, diye düşünmekteyiz.
Tüm bu sürecin en büyük özelliği ise hep birlikte fakat yıkıcı olmadan geçişi destekleyen bilimsel tabanlı adımların beraberce atılması olacaktır.