Ege’nin Boz Dağları, verimli Manisa-Gediz Ovası ile bitek Küçük Menderes Ovalarını birbirinden ayırır. Boz Dağların batı ucunda, Nif Dağını ikiye bölüp bu iki ovayı, Kemalpaşa ile Torbalı kentlerini birbirine bağlayan bir yolla aşılan bir geçit vardır. Fazla geniş olmayan bu dar geçide Karabel geçidi deniyor. Buradaki yol antik çağda da Sardis (Salihli) ile Efes’i birbirine bağlıyordu.
Çevresi, yöreye uygun çam, çitlembik ve zeytin ağaçları ile kaplı Karabel geçidi yüzyıllardan beri insanların birbirine ulaşmasını sağlıyor.
Yaslandığı doğu yükseltisi üzerindeki düz kayalığa işlenmiş resimsel figürler bize, Batı Anadolu tarihinin ilk yazılı bilgilerini veriyor.
Ünlü bilgin Noah Kramer’in dediği gibi; “tarih, İ.Ö.3.binyılda Mezopotamya’da yaşamış Sümerlerin ilk yazıyı yazmasıyla başlamışsa”; “tarih” “yazıyla kaydedilmiş geçmiş” ise; Karabel geçidindeki kayaya oyulmuş bir insan figürü ve yanındaki resimsel işaretler İzmir ilindeki tek, Batı Anadolu’da bilinen pek az resimli yazıdan biridir. Yani İzmir ilinde şimdiye kadar bulunmuş en eski tarihsel, resimli yazıdır.
Bu figürlerin içinde en belirgi olanı, başında külah, ayağında çarık, bir elinde yay, diğer elinde mızrak bulunan bir kişinin görüntüsüdür. Azametli duruşu onun, kendi zamanında önemli bir adam olduğuna işaret eder.
Bu kişi resminin yanında da alt alta yazılmış resimsel işaretler görülür. Bunlara hiyeroglif de deniyor.
Anadolu tarihi ile ilgili bilgilerin gelişmesi ile, önceleri eski bilginlerin ve yerli halkın Hitit yazısı dediği hiyerogliflerin, Batı Anadolu’nun gizemli halkı Luviler’in dilinde yazılmış olduğu ve Luvice anlamlar taşıdığı artık biliniyor.
Gizi çözümlenen yazılardan, anıttaki dik duruşlu görüntüsü olan adamın bir kral, adının da Tarkaşnawa olduğu kaydediliyor.
İ.Ö.2.binyılda Batı Anadolu’nun baskın halkı olduğu düşünülen Luviler’in dilinde “tarkaşna” “eşek ya da katır” demektir. “Tarkaşnawa” da muhtemelen “katır sahibi, katırları olan” anlamına geliyordu.
O devirde Anadolu topraklarında ticaret yapılmasında, ulaşımın sağlanmasında bir binek aracı olarak, dayanıklı katır çok değerliydi. 1 at 14 koyuna eşdeğerken, 1 katır 40 koyun ediyordu.
Karabel’in Beyi Tarkaşnawa büyük bir katır kervanına sahip olmalıydı. Ya da ona böyle bir değer atfediliyordu. Şimdiki zamanın TIR filosu sahibi gibi!
Bu dönemde, Luvileri de boyunduruk altında tutan ve bütün Anadolu’ya egemen olan Hititlerden kalma, kurutulmuş kil tabletlere çizilmiş çivi yazılarının okunmasından anlaşıldığına göre Tarkaşnawa, Ege Denizinden, iki Menderes ırmağının havzalarını izleyerek Afyon’a kadar uzanan toprakların Bey’i/Kralı idi. Bu topraklara Mira-Kuwaliya Ülkesi deniyordu. Başkenti de muhtemelen o zamanki adı Apaşa olan Efes idi. Ülke Hitite bağlı bir uydu krallıktı.
Kral Tarkaşnawa Karabel kayasına yalnız kendi suretini ve adını kazıtmamış, adının altına yine resimli yazıyla babası Alantali ve dedesi Kupanta-Kurunta’nın da adını yazdırmıştı. Onların da adları Luvi diline özgü anlamlar ve dilsel özellikler taşıyordu.
Kendi kudretiyle birlikte soyunun da varlığını evrene ilan ediyordu Tarkaşnawa.
Karabel Beyi buraya bu anıtı yaptırırken muhtemelen ülkesinin kuzey sınırını belirlemişti. Güneyde, Beşparmak/Latmos dağlarında yine kayalara kazınmış Luvi hiyeroglifleriyle işaretlenmiş yazılar, belki Tarkaşnawa’nın dedesi Kupanta-Kurunta’ya aitti ve ülkelerinin güney sınırını gösteriyordu.
Tarkaşnawa’nın anıtı yüzyıllarca, yağmura, kara, fırtınaya rağmen iki ovayı buluşturan geçidi selamladı. Farklı ülkelerin gezginleri, bilginleri onu gördü, yorumladı, anlattı.
Karabelin Beyi her olumsuz koşula rağmen varlığını korudu.
Ta ki günümüze kadar. Her toplumda görülen kimi eli kırılasıcalar ona kirli yağ, kezzap attı. Anıt tahrip olmanın, hatta yok olmanın eşiğine geldi.
Oysa Karabel Beyinin anıtı; Yunan, Roma, Bizans, Osmanlı tarihinden çok çok önceleri kendilerine özgü bir kültür yaratmış, doğunun köklü kültürünü yeni oluşacak batı kültürüne aktarmış Luvi insanlarından günümüze kalmış biricik izlerden biri, başlıcasıydı.
Luvice isimler taşıyan Tarkaşnawa, babası Alantali, dedesi Kupanta-Kurunta bugün bizlerin ektiği aynı toprakları ekmiş, içtiğimiz aynı suları içmiş, aynı havayı solumuştu.
Onların izi bizim mirasımızdır.
Bir tarihsel eserler cenneti olan ülkemizde, öğrenim görmemişler, eğitimsizler böyle davranıyor, tarihsel eserlere, kültür varlıklarımıza zarar veriyordu da, onlara görgü ve bilgi aktarması gerekenler, onları korumakla görevli olanlar ne yapıyordu?
Karabel Beyinin bugün bize gösterdiği yön; acilen kültürel varlıklarımızı koruma seferberliğinin başlatılmasıdır. Resmi yerel ve kamu kuruluşları tavizsiz koruma önlemlerini arttırmalı, gerekli araçlarla donatılmalı, yasal düzenlemelerle güçlendirilmelidir. Görevini gereği gibi yerine getirmeyenlere ağır yaptırımlar uygulanmalıdır.
Eksikliklere ve yanlışlıklara karşı yalnızca kamu görevlilerini yetersiz görmek ve suçlamak da çare değildir.
Olumsuzluklara karşı ilgili kimi eğitimli, öğrenim görmüş kişilerin tepkisi ne yazık ki çoğunlukla yakınma, sızlanma, şikayetle sonuçlanıyor. Oysa, “ben söylerim, başkaları yapsın” tutumu doğru değildir. Böyle davranmanın vicdanları rahatlatmaktan öte bir yararı olmaz. Karamsarlık ise hiçbir sorunu çözmez.
Çare elbette vardır. Kamunun ve yerel yönetimlerin yanında ilgili sivil kurum ve kuruluşlar, meslek odaları, bireyler böyle durumları dikkatle izleyebilir, olumsuzluklara karşı seslerini yükseltebilir. Birlikte davranarak yetkilileri uyarabilir, gerektiğinde çekinmeden tavır koyabilir.
Örneğin, İzmir gibi büyük bir ilin kamu ya da sivil ilgilileri, muhtemelen kamuya ait Karabey anıtının çevresini, alt tarafı üç beş dönümlük bir alanı neden tel örgüyle çevirmesin? Başına bir bekçi/koruma dikmesin? Alanı ziyaret edilebilecek örnek bir yer haline getirmesin? Bu uygulama için bugün karar verilse yarın yapılabilir.
Böyle bir gelişme, Anadolu’nun Ege bölgesinin en eski tarihsel varlığının korunmasını sağlayacağı gibi, yaşanılan toprakların kökeninin öğrenilmesi, tanıtılması sonucunu da doğurur.
Her yüksek kültür var olmuş kültürel birikimleri üzerinde yükselir.
Karabel Beyi gibi, yurdumuzun dört bir köşesinde, onlarca kültür varlığı, tarihi eser yardım, dost eli bekliyor.
Her birey yaşadığı topraklara karşı sorumludur.
(Kaynak: Sefa Taşkın, Luviya-1-Batı Anadolu ve Ege’nin İ.Ö.2.binyıl Tarihi’ne Yeni bir Bakış/Arkeoloji ve Sanat Yayınları/İstanbul-2016)